Bir ülkenin çevresinde söz sahibi bir dünya gücü haline gelebilmesi için, siyasi ve ekonomik gelişmesinin yanısıra, milli kültürünü de sağlam temellere oturtması gerekir.
Bizim de, Türk Milleti olarak Milli kültürümüzün özü, milletçe mukaddes saydığımız manevi değerler, yani inançlardır. Şüphesiz ki, bu değerler birlik ve beraberliğimizin muhafazası için vazgeçilmez birer ihtiyaçtır.
Bir milletin fertlerini bir arada tutan en güçlü bağ olan ortak manevi değerler; aile, milli ahlak ve devlet müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurlardır. Din ahlakının varolmadığı veya dini değerlerin ortadan kalktığı bir toplumda, -komünist toplumlar gibi- bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini yitirir ve kısa süre içinde ortadan kalkar.
Atatürk: "Din vardır ve lazımdır"
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, toplum düzeninin teminatı olan manevi değerlerinin devamını sağlayamayan bir ulusun ayakta duramayacağı sosyolojik ve bilimsel bir gerçektir. Gerek kişi, gerekse toplum açısından din ahlakının lüzumlu olduğunu belirten, siyasi alanda yaptığı sayısız reformla bu sağlıklı bakış açısını geniş kitlelere yayan Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti'nin dini değerlerini muhafaza etmesini "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"; "Din vardır ve lazımdır" sözleriyle teşvik etmiştir.
Nitekim tarihe, özellikle de Türk milletinin tarihine baktığımızda, bu değerlendirmelerin ne derece isabetli olduğunu kolayca müşahede etmekteyiz. Türk Milleti'nin tarihinde yer alan tüm güçlü ve kalıcı devletler, özellikle de 600 yıl boyunca dünyanın en büyük siyasi güçlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, manevi değerlere bağlılıktan gelen güçlü bir kültürün üzerinde yükselmiştir.
Şanlı bir tarihe sahip, büyük ve köklü bir medeniyetin temsilcisi olmuş Müslüman Türk Milleti, özellikle İslamiyet'in kabulünün ardından daha güçlü bağlarla birbirine bağlanmıştır.
Sultan Alpaslan'ın Malazgirt'teki zaferinin ardından, Anadolu'da Müslüman Türk halkının egemenliği başlamış ve manevi yönden yapılan fetihle de bu egemenlik sağlamlaştırılmıştır. Anadolu'nun kapılarını Müslümanlara açan Sultan Alpaslan'dan itibaren Türk yöneticilerin ve yanlarındaki kadroların en temel özellikleri, Kuran ahlakına olan sadakatleri olmuştur. Aylarca at sırtında ordularının başında savaşan komutanlar, aylar boyu sefer üstüne sefer düzenleyen şanlı Türk Ordusu, Orta Asya'daki yurtlarını bırakarak Anadolu'ya koşan manevi önderler hep bu bağlılığın en büyük temsilcileri olmuşlardır.
Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinin (özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun), İslam'dan önce kurulan Türk devletlerine göre daha istikrarlı ve uzun ömürlü olmasının nedeni, kaynağını İslam dininde bulan bu ortak kimliktir. Bu kimliğin toplumda oluşturduğu birlik ve beraberlik bağı o derece kuvvetlidir ki, milletin siyasi çalkantıları atlatmasını, dışarıdan gelebilecek bir saldırı ya da tacize karşı dayanaklı olmasını ve ayakta kalmasını sağlar. Diğer taraftan dini ve milli bağları zayıf, hatta dinsiz toplumlar tarih sahnesinde çok kısa süreler boyunca yer alabilmişler ve zaman içinde asimle olup gitmişlerdir.
Bu sosyolojik gerçek, tarih boyunca hep tekerrür etmiş ve dini bağları güçlü devletler varlıklarını sürdürebilirken diğerleri kaos, kargaşa ve anarşi içinde yok olmuşlardır. Peki bunun sebepleri nelerdir? Dinin getirdiği güzel ahlak yaşanmazsa ne olur?
Dinin getirdiği güzel ahlak olmazsa ne olur?
1) Dinin getirdiği güzel ahlakın yaşanmadığı bir toplumda, dinsizlik ve temeli inançsızlık üzerine kurulu görüşler rağbet görür, birçok sapkın fikir sistemi yayılacak zemin bulur. Bireyler kendi benliklerinden, ortak kimliklerinden uzaklaşırlar. Temelini Allah'ı inkar ve dinsizlik üzerine oturtmuş olan materyalizm gibi felsefeler ve komünizm gibi ideolojiler o toplumu kısa zamanda bir ağ gibi sarar. Böyle bir toplumda din ahlakının yokluğundan meydana gelen boşluğu bölücü ve dejenere edici fikir sistemleri doldurur.
2) Allah'ın Kuran'da sunduğu yaşam, bir ahlak bütünüdür. İnsanlara doğruyu ve yanlışı açık olarak öğrettiğinden dolayı, Kuran ahlakını yaşayan biri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmasını bilir. Örneğin, doğru olmanın, hoşgörülü olmanın, vatanını, devletini sevmenin iyi; fuhşun, zulmün, adaletsizliğin kötü olduğunu bilir. Güzel ahlak, insanlar arasındaki yardımlaşma, dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakarlık gibi erdemlerin temel kaynağıdır. Bu ahlakın varolmadığı bir ortamda saydığımız değerlerin hiçbirinden söz etmek mümkün olmaz.
3) İnsanı insan yapan ahlaki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yok olduğu takdirde, toplumun her kesimi ve her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece kendisini umursayan ve diğer hiç kimseyi önemsemeyen birer ayrı "parça" haline gelir.
4) Devlete bağlılık, vatan sevgisi gibi üstün vasıflar, insanların manevi yönlerinin kuvvetlenmesiyle, yaşadıkları güzel ahlakın gelişmesiyle daha da güçlenen özelliklerdir. Allah inancı yeterli olmayan, dolayısıyla vicdani duyguları gelişmemiş bir insanın milletini, bayrağını sevmesi, devletine hizmet şuuru içinde çalışması, karşılık beklemeden gece gündüz vatanı için nöbet beklemesi elbette düşünülemez. Böyle bireylerin yetişmediği, yetişmiş bireylerin de bu üstün vasıflarını kaybettiği bir toplum, şüphesiz ki hem sosyolojik açıdan hem de siyasi olarak varlığını sürdüremeyecektir.
5) Güzel ahlakın yaşanmamasının bir başka tehlikeli sonucu, insanların yavaş yavaş psikolojik sorunlara mağlup olmaya başlamasıdır. Suç oranlarındaki artış, içki ve uyuşturucuya yöneliş, fuhuş patlaması, huzursuzluk ve çatışma ortamı, toplumun psikolojik açıdan yıpranmasının en somut alametleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak birbirine güvenmeyen, birbirini sevip saymayan, sadece kendi yaşam mücadelesini sürdürmeye çabalayan, toplumun diğer üyelerini ise birer rakip hatta birer düşman gibi gören bireyler ortaya çıkar.
6) Dünya tarihinde birçok ulus, dejenerasyon, çözülme ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, devlet ve millet karşıtı akımlar tarafından dini değerler ne zaman yok edilmeye çalışılsa devlet karşıtı anarşist hareketler zirveye çıkmıştır.
7) Din ahlakının olmaması, toplumlararası barışı da tehdit eden önemli bir tehlikedir. Güzel ahlakın sağladığı hoşgörü sayesinde birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaşayan uluslar, bu hoşgörü ve uzlaşma zemini olmadığı takdirde birbirleriyle çatışacak, yeryüzünde kaos meydana gelecektir.
Dünya tarihindeki en köklü medeniyetlerden birinin sahibi olan Büyük Türk Milleti, güzel ahlakın getirdiği erdemleri her dönemde hem yaşamış, hem de çevresine yaşatmıştır. Müslüman Türk Milleti, harcında varolan manevi değerlerine bağlılığı sayesinde, en zor zamanlarda bile, mevcudiyetini, bütünlüğünü ve otoritesini muhafaza etmiştir
Bizim de, Türk Milleti olarak Milli kültürümüzün özü, milletçe mukaddes saydığımız manevi değerler, yani inançlardır. Şüphesiz ki, bu değerler birlik ve beraberliğimizin muhafazası için vazgeçilmez birer ihtiyaçtır.
Bir milletin fertlerini bir arada tutan en güçlü bağ olan ortak manevi değerler; aile, milli ahlak ve devlet müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurlardır. Din ahlakının varolmadığı veya dini değerlerin ortadan kalktığı bir toplumda, -komünist toplumlar gibi- bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini yitirir ve kısa süre içinde ortadan kalkar.
Atatürk: "Din vardır ve lazımdır"
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, toplum düzeninin teminatı olan manevi değerlerinin devamını sağlayamayan bir ulusun ayakta duramayacağı sosyolojik ve bilimsel bir gerçektir. Gerek kişi, gerekse toplum açısından din ahlakının lüzumlu olduğunu belirten, siyasi alanda yaptığı sayısız reformla bu sağlıklı bakış açısını geniş kitlelere yayan Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti'nin dini değerlerini muhafaza etmesini "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"; "Din vardır ve lazımdır" sözleriyle teşvik etmiştir.
Nitekim tarihe, özellikle de Türk milletinin tarihine baktığımızda, bu değerlendirmelerin ne derece isabetli olduğunu kolayca müşahede etmekteyiz. Türk Milleti'nin tarihinde yer alan tüm güçlü ve kalıcı devletler, özellikle de 600 yıl boyunca dünyanın en büyük siyasi güçlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, manevi değerlere bağlılıktan gelen güçlü bir kültürün üzerinde yükselmiştir.
Şanlı bir tarihe sahip, büyük ve köklü bir medeniyetin temsilcisi olmuş Müslüman Türk Milleti, özellikle İslamiyet'in kabulünün ardından daha güçlü bağlarla birbirine bağlanmıştır.
Sultan Alpaslan'ın Malazgirt'teki zaferinin ardından, Anadolu'da Müslüman Türk halkının egemenliği başlamış ve manevi yönden yapılan fetihle de bu egemenlik sağlamlaştırılmıştır. Anadolu'nun kapılarını Müslümanlara açan Sultan Alpaslan'dan itibaren Türk yöneticilerin ve yanlarındaki kadroların en temel özellikleri, Kuran ahlakına olan sadakatleri olmuştur. Aylarca at sırtında ordularının başında savaşan komutanlar, aylar boyu sefer üstüne sefer düzenleyen şanlı Türk Ordusu, Orta Asya'daki yurtlarını bırakarak Anadolu'ya koşan manevi önderler hep bu bağlılığın en büyük temsilcileri olmuşlardır.
Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinin (özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun), İslam'dan önce kurulan Türk devletlerine göre daha istikrarlı ve uzun ömürlü olmasının nedeni, kaynağını İslam dininde bulan bu ortak kimliktir. Bu kimliğin toplumda oluşturduğu birlik ve beraberlik bağı o derece kuvvetlidir ki, milletin siyasi çalkantıları atlatmasını, dışarıdan gelebilecek bir saldırı ya da tacize karşı dayanaklı olmasını ve ayakta kalmasını sağlar. Diğer taraftan dini ve milli bağları zayıf, hatta dinsiz toplumlar tarih sahnesinde çok kısa süreler boyunca yer alabilmişler ve zaman içinde asimle olup gitmişlerdir.
Bu sosyolojik gerçek, tarih boyunca hep tekerrür etmiş ve dini bağları güçlü devletler varlıklarını sürdürebilirken diğerleri kaos, kargaşa ve anarşi içinde yok olmuşlardır. Peki bunun sebepleri nelerdir? Dinin getirdiği güzel ahlak yaşanmazsa ne olur?
Dinin getirdiği güzel ahlak olmazsa ne olur?
1) Dinin getirdiği güzel ahlakın yaşanmadığı bir toplumda, dinsizlik ve temeli inançsızlık üzerine kurulu görüşler rağbet görür, birçok sapkın fikir sistemi yayılacak zemin bulur. Bireyler kendi benliklerinden, ortak kimliklerinden uzaklaşırlar. Temelini Allah'ı inkar ve dinsizlik üzerine oturtmuş olan materyalizm gibi felsefeler ve komünizm gibi ideolojiler o toplumu kısa zamanda bir ağ gibi sarar. Böyle bir toplumda din ahlakının yokluğundan meydana gelen boşluğu bölücü ve dejenere edici fikir sistemleri doldurur.
2) Allah'ın Kuran'da sunduğu yaşam, bir ahlak bütünüdür. İnsanlara doğruyu ve yanlışı açık olarak öğrettiğinden dolayı, Kuran ahlakını yaşayan biri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmasını bilir. Örneğin, doğru olmanın, hoşgörülü olmanın, vatanını, devletini sevmenin iyi; fuhşun, zulmün, adaletsizliğin kötü olduğunu bilir. Güzel ahlak, insanlar arasındaki yardımlaşma, dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakarlık gibi erdemlerin temel kaynağıdır. Bu ahlakın varolmadığı bir ortamda saydığımız değerlerin hiçbirinden söz etmek mümkün olmaz.
3) İnsanı insan yapan ahlaki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yok olduğu takdirde, toplumun her kesimi ve her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece kendisini umursayan ve diğer hiç kimseyi önemsemeyen birer ayrı "parça" haline gelir.
4) Devlete bağlılık, vatan sevgisi gibi üstün vasıflar, insanların manevi yönlerinin kuvvetlenmesiyle, yaşadıkları güzel ahlakın gelişmesiyle daha da güçlenen özelliklerdir. Allah inancı yeterli olmayan, dolayısıyla vicdani duyguları gelişmemiş bir insanın milletini, bayrağını sevmesi, devletine hizmet şuuru içinde çalışması, karşılık beklemeden gece gündüz vatanı için nöbet beklemesi elbette düşünülemez. Böyle bireylerin yetişmediği, yetişmiş bireylerin de bu üstün vasıflarını kaybettiği bir toplum, şüphesiz ki hem sosyolojik açıdan hem de siyasi olarak varlığını sürdüremeyecektir.
5) Güzel ahlakın yaşanmamasının bir başka tehlikeli sonucu, insanların yavaş yavaş psikolojik sorunlara mağlup olmaya başlamasıdır. Suç oranlarındaki artış, içki ve uyuşturucuya yöneliş, fuhuş patlaması, huzursuzluk ve çatışma ortamı, toplumun psikolojik açıdan yıpranmasının en somut alametleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak birbirine güvenmeyen, birbirini sevip saymayan, sadece kendi yaşam mücadelesini sürdürmeye çabalayan, toplumun diğer üyelerini ise birer rakip hatta birer düşman gibi gören bireyler ortaya çıkar.
6) Dünya tarihinde birçok ulus, dejenerasyon, çözülme ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, devlet ve millet karşıtı akımlar tarafından dini değerler ne zaman yok edilmeye çalışılsa devlet karşıtı anarşist hareketler zirveye çıkmıştır.
7) Din ahlakının olmaması, toplumlararası barışı da tehdit eden önemli bir tehlikedir. Güzel ahlakın sağladığı hoşgörü sayesinde birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaşayan uluslar, bu hoşgörü ve uzlaşma zemini olmadığı takdirde birbirleriyle çatışacak, yeryüzünde kaos meydana gelecektir.
Dünya tarihindeki en köklü medeniyetlerden birinin sahibi olan Büyük Türk Milleti, güzel ahlakın getirdiği erdemleri her dönemde hem yaşamış, hem de çevresine yaşatmıştır. Müslüman Türk Milleti, harcında varolan manevi değerlerine bağlılığı sayesinde, en zor zamanlarda bile, mevcudiyetini, bütünlüğünü ve otoritesini muhafaza etmiştir
kÜLTÜREL DEĞERLERİMİZ ÖLÜYOR
![Picture](/uploads/1/1/0/6/11069661/2454480.jpg)
Harabe olan değerlerimizden ...
sonu nereye gider ...
Bir ağacın ölümü, büyük bir mimari eserin kaybı gibi bir şeydir. Ne çare ki biz
bir asırdan beri, hatta biraz daha fazla, ikisine de alıştık. Gözümüzün önünde
şaheserler birbiri ardınca suya düşmüş, kaya tuzu gibi eriyor, kül, toprak
yığını oluyor. İstanbul'un her semtinde sütunları devrilmiş, çatısı harap, içi
süprüntü dolu medreseler, şirin küçük semt camileri, yıkık çeşmeler var. Ufak
bir himmetle günün emrine verilecek halde olan bu eserler her gün biraz daha
bozuluyor. Âdeta bir salgının, artık kaldırmaya yaşayanların gücü yetmeyen
ölüleri gibi oldukları yerde uzanmış yatıyorlar. Gerçek yapıcılığın mevcudu
muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız." Bu satırların sahibi
Ahmet Hamdi Tanpınar "Beş Şehir" adlı eserinde İstanbul, Bursa, Erzurum, Konya
ve Ankara'yı anlatırken o gün bile bir çok tarihi kıymetin yok olmakla karşı
karşıya olduğunu pek açık biçimde ifade ediyor. Şehirlerimizin yıllardır çarpık
görüş ve anlayışların yönetiminde bugün içine düşürüldükleri durumu görseydi kim
bilir Tanpınar daha neler yazacaktı!.
Osmanlının zaman içinde tarih ve kültür dokusu ile süslediği şehirlerimiz bugün gecekondu ve çarpık yapılaşma olgusu ile neredeyse "Arsa ve gecekondu" mafyalarının cirit attığı, hayatın her geçen gün çekilmez olduğu garip mekanlar halinde, adeta enkaz olarak "Milli Görüş" kadrolarına teslim edilmiştir. Yıllardır üst üste yığılan alt yapı problemleri; sosyal patlamaları, sağlık ve eğitim sorunlarını da beraberinde getirmektedir.
İşsizliği kırsal bölgelerde çözecek olan tedbirleri yerinde alamayan bu yüzden de şehirlere göçü önleyemeyen çarpık siyasal görüşler yüzünden bu gün nüfusumuzun yandan fazlası kentlere taşınmıştır. Ülkemizin ilerlemesi bakımından kaçınılmaz ve olumlu bir gelişme gibi görünen şehirleşme, optimal sınırlar aşıldıktan sonra gerçekte sağlıklı büyümeye ayak bağı olabilmektedir. Konut bunalımları, doğa ve tarih değerlerimizin tahrip edilmesi, alt yapı yetersizlikleri, sağlıksız kentleşmenin belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu gün büyük şehirlerimize göç olduğu gibi, artık azmanlaşan ve insanları adeta soluk alamaz hale getiren bu mekanlardan da küçük yerleşim birimlerine az da olsa göç olayı yaşanmaktadır. Bu da bizi daha huzurlu,suyu, toprağı, havası bozulmamış, trafik keşmekeşi yaşanmayan, gürültüden arınmış, alt yapısı tamamlanmış, bütün sosyal, sağlık ve eğitim kurumları yerince ve yeterince düşünülmüş yeni şehirlerin inşasına sevk etmektedir.
Bunu ancak kendine güvenen, taklitçilikten uzak kendi milli düşüncesini cesaretle savunan ve uygulamaya çalışan kadrolar başarabilir, Aksi halde, ülke köşe dönücülerin eline terk edilecek olursa daha pek çok tarihi ve kültürel değerlerimiz elimizden çıkar.
Daha fazlası için : http://toplumsalanaliz.blogspot.com/2012/04/mimari-eserlerimizle-birlikte-tarihi-ve.html#ixzz1xBonXpuq
Osmanlının zaman içinde tarih ve kültür dokusu ile süslediği şehirlerimiz bugün gecekondu ve çarpık yapılaşma olgusu ile neredeyse "Arsa ve gecekondu" mafyalarının cirit attığı, hayatın her geçen gün çekilmez olduğu garip mekanlar halinde, adeta enkaz olarak "Milli Görüş" kadrolarına teslim edilmiştir. Yıllardır üst üste yığılan alt yapı problemleri; sosyal patlamaları, sağlık ve eğitim sorunlarını da beraberinde getirmektedir.
İşsizliği kırsal bölgelerde çözecek olan tedbirleri yerinde alamayan bu yüzden de şehirlere göçü önleyemeyen çarpık siyasal görüşler yüzünden bu gün nüfusumuzun yandan fazlası kentlere taşınmıştır. Ülkemizin ilerlemesi bakımından kaçınılmaz ve olumlu bir gelişme gibi görünen şehirleşme, optimal sınırlar aşıldıktan sonra gerçekte sağlıklı büyümeye ayak bağı olabilmektedir. Konut bunalımları, doğa ve tarih değerlerimizin tahrip edilmesi, alt yapı yetersizlikleri, sağlıksız kentleşmenin belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu gün büyük şehirlerimize göç olduğu gibi, artık azmanlaşan ve insanları adeta soluk alamaz hale getiren bu mekanlardan da küçük yerleşim birimlerine az da olsa göç olayı yaşanmaktadır. Bu da bizi daha huzurlu,suyu, toprağı, havası bozulmamış, trafik keşmekeşi yaşanmayan, gürültüden arınmış, alt yapısı tamamlanmış, bütün sosyal, sağlık ve eğitim kurumları yerince ve yeterince düşünülmüş yeni şehirlerin inşasına sevk etmektedir.
Bunu ancak kendine güvenen, taklitçilikten uzak kendi milli düşüncesini cesaretle savunan ve uygulamaya çalışan kadrolar başarabilir, Aksi halde, ülke köşe dönücülerin eline terk edilecek olursa daha pek çok tarihi ve kültürel değerlerimiz elimizden çıkar.
Daha fazlası için : http://toplumsalanaliz.blogspot.com/2012/04/mimari-eserlerimizle-birlikte-tarihi-ve.html#ixzz1xBonXpuq